“BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİ’NDE"
"ÇİÇEK
GİBİ AÇAN EĞİTİM/UMUT GİBİ BÜYÜYEN MİLLET”
MANE TEKEL FARES…
“Yeni toplumlar kendileri ile birlikte yeni
şarkılar üretirler…” Üretmeyen/Üretemeyen toplumlarda ise, devlet
yaşama gücünü yitirmiştir ve kaçınılması imkânsız bir musibetle yıkılmaya mahkumdur…
İşte bu “değişim
paradigması” içerisinde, 1800’lerin sonlarında, Avrupa’nın kuzeyinde,
İskandinavya bölgesinde bulunan Finlandiya’nın sert bir iklimi vardır. Havası
genellikle sislidir. İlkbaharda bile donlar devam eder. Ağustostan itibaren
soğuklar başlar. Arazisi de oldukça kıraçtır. Çoğu yerler sarp granit kayalarla
kaplıdır. Kalan yerler ise çukur ve bataklıktır. Ülkede maden namına hemen
hemen hiçbir şey yoktur. Tarım çok güçlükle yapılabilmektedir. Halkı da hiçbir
zaman tam bağımsızlıklarını elde edememiştir. Kimi zaman bir komşusunun, kimi
zaman da diğer komşusunun yönetimi altında bulunmuştur.
Finler
kendilerine “Suomi” derler ve çok sevdikleri ülkelerini “Suomi”
diye tanımlarlar ki bu “Bataklık Arazi” anlamına
gelmektedir.
Bu haftaki
yazımda, sizlerle Rus Yazar “Grigory Petrov” tarafından kaleme
alınan “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” isimli eser üzerine konuşmak ve bir
“Bataklık Ülkesinin” nasıl “Beyaz Zambaklar Ülkesi”ne dönüştüğünün
hikayesini anlatmak istiyorum!! “Bir
süre, ülkemizin de kanaatimce bir numaralı problemi olan “eğitim meselesi”
üzerine konuşacağız.”
Eser,
1800’lerin son döneminde, yazarın çeşitli aralıklarla çıktığı Finlandiya
seyahatlerindeki notlarından oluşuyor. Eğitim, kültür, ekonomi, sosyal hayat
gibi pek çok başlığı ele alıyor. Ancak temelde; çetin doğa koşulları,
yoksulluğa ve her türlü imkânsızlıklara rağmen Finlandiya’nın bir grup aydın
tarafından kalkındırılma seferberliğini konu ediniyor. Profesörlerden, din
adamlarına, öğretmenlerden doktorlara kadar her meslek grubundan insanın canla
başla mücadele ettiğine şahit olunan bu hikâyede verilen büyük mücadele, bütün
insanlığa örnek olacak kadar da anlamlıdır. Kayalıklar ve bataklıklar ülkesi
olarak bilinen iki milyon nüfuslu Finlandiya’da yaşanan kalkındırma mücadelesi,
geleceği parlak bir aydın, düşünür, devlet adamı olan “Johan Vilhelm Snellman”ın
mücedelesi vasıtasıyla, en saf, an açık haliyle örnek bir kalkınma hamlesi
olarak, bölümler halinde bizlere aktarılır.
“Bu örnek aydınlanma seferberliği”
kitap olarak ilk defa 1923'te Saraybosna'da basılmış, kısa sürede birçok dile
çevrilmiş; özellikle Yugoslavya Krallığı’nda, Bulgaristan’da ve Türkiye’de
yazarın en çok beğenilen eseri olmuştur. Yayımlandığı devirde Türk aydını ve
Türk bürokrasisi, bu kitabın içerdiği fikirleri, ülkede uygulanması gereken bir
eğitim ve kalkınma programı olarak kabul etmiştir. Çeşitli kaynaklarda Mustafa
Kemal Atatürk tarafından askeri okullarda okutulması ve öğrencilere tavsiye
edilmesi istendiğinden bahsedilmektedir.
1811 yılına
kadar İsveç egemenliği altında bulunan Finlandiya'da bütün kurumlar
İsveçlilerin yönetimine göre işlemektedir. Bir gün ülkeler aslında gelişen anlaşmazlıklar
neticesinde Rusya Finlandiya’ya saldırır ve ülkenin yarısını ele geçirir.
Dönemin Rus Çarı, Fin halkına geçmişte ellerinde bulunan bütün hakları geri
vereceğini beyan eder ve bu olay neticesinde Fin’ler de kendi öz kültürlerini
geliştirmeye ve yaygınlaştırmaya başlar.
-Aydınlanma ve
Aydın Profili-
Aydın olmak
demek, modaya uygun elbise, şapka giymek ve kolalı gömlek giyinmek değildir.
Aydın kesim, halkın beyni konumundadır. Halkımız sizi iyi bir eğitim aldıktan
sonra yüksek bir gelir elde edesiniz, geceleri eğlenesiniz(ülkemizdeki
versiyonuyla yatlar, katlar, yalılar alasınız) diye o konuma getirmemiştir.
Böyle olanlar gerçek aydın olamazlar. Onlar yozlaşmışlardır.
Eğitim almış olanlar, milli düşünceyi geliştirmeye,
milli ruhu uyandırmaya, milli iradeyi güçlendirmeye mecburdurlar. Snellman
devam eder: Halkımıza nasıl çalışmaları gerektiğini öğretiniz!!
Mutlu bir
aile hayatının nasıl kurulabileceğini, kadının erkeğe, erkeğin kadına nasıl
davranacağını ve çocuklarının nasıl terbiye edileceğini anlatınız. Çünkü
kaliteli kadın/erkek, kaliteli toplum demektir.
Halkımızı
her işi zamanında yapmaya, disiplinli ve düzenli çalışmaya alıştırınız!
Kendisinin
ve başkalarının hukukunu gözetmesini öğretiniz!
Bütün bu
işlerde halka bizzat kendiniz örnek olunuz!
Bütün
Suomi’yi büyük bir aile kabul ediniz. Bütün ülkeye de o gözle bakınız.
Unutmayınız ki, en yoksul kömürcü, kantarcı, hizmetçi ve bütün bir Fin milleti,
sizin kardeşleriniz ve yurttaşlarınızdır. Bunları eğitmek ve uygarlıkta daha
kadim olan milletlerin arasına sokmak sizin görevinizdir.
Unutmayınız
ki, halkın cehaleti, kabalığı, hastalıklı oluşu, sefaleti, kötü ahlaklı oluşu,
bütün bunların hepsi sizin kendi utancınız ve suçunuzdur…
Peki bizler de soralım, rahmetli “Atilla İlhan”ın
ifadesiyle Türk aydını, bir “sömürge
aydını” mı yoksa kökünü kendi “2500 yıllık” mazisinden alan bir “Milli
Aydın” mıdır?
-Halk
Okulu/Kışla-
Asker
olmayan bizler, vatan savunması için oluşturulan canlı kale duvarlarının
önemini gereği gibi takdir edemiyoruz… Bu duvarların inşasında kullanılan her
tuğla, her harç, canlı birer insandır. Bu zerrelerden her biri, gerektiğinde
bizim varlığımızı ve huzurumuzu sağlamak için ölmeye hazırdırlar. Yolda, bir
dükkânda veya bir parkta askerlere rastlayınca saygıyla selamlayıp, onlara “Aziz kardeşlerim, sizler hep bizim
selametimiz için bu ağır görevi üstlenmiş bulunuyorsunuz. Tanrı yardımcınız
olsun” demek isterim…
Peki bugün; büyük maziye/mazimize sahip büyük Türk
Ordusu’nun ruhu ve ideâli nedir? Sorulması gereken en önemli sorudur
kanaatimce…
-Anne/Baba ve
Çocuklar-
Yeni
nesillere “akılcı” bir terbiye verme meselesi…
Kabahat
gençlerde değil, sizdedir. Siz, gençleri nasıl terbiye ederseniz, onlar da öyle
yetişir. Gençlere verdiğiniz terbiye nedir? Sadece Hiç!!..
Çocuklara azarlama, kınama ve cezayla itaatkâr ve
sevgi dolu olabileceğini sanmayın. Onların yanında öyle davranınız ki, sizin
meziyetlerinizi bizzat görerek sizi sevmeye başlasınlar.
“Hayattaki
düzensizliklerin en büyük nedenlerinden biri şudur ki; herkes hayatında refaha
kavuşmayı arzu eder, ancak hayatını düzenleme ihtiyacı hissetmez. Herkes
hayattan bir şey almak ister, ama ona bir şey vermek istemez… Çoğu kimse
menfaatçi, zorba ve asalak olarak atılır. Hayatın anlamını bu asalaklıkta arar…”
Bu
telkinlerle yetişen çocuklar, büyüdüklerinde zorba, açgözlü, şehvet düşkünü,
tembel ve vurdumduymaz olurlar…
Ne ekersen
onu biçersin, ne pişirirsen de onu yersin…
Peki her
gün içinde yaşadığınız/yaşadığımız sosyo-kültürel tabloda Türkiye’nin istikbali
nasıldır? Küçük müdür yoksa büyük müdür? Ya da acaba ülkemiz ahlaki ve kültürel
bir gaflet uykusunda mıdır?
“Ve
Akademi/Halk Üniversitesi-
Ünlü bilim
insanlarından biri kasabamıza geldi ve duvarlara şöyle ilanlar asıldı:
“İhtiyar,
genç, bilgili, cahil herkesi davet ediyorum!! Ben bütün hayatımı, güzel ülkemiz
Suomi’nin yükselmesine adadım. Boş zamanlarınızda bana haftada bir saat
ayırınız. Ümit ediyorum ki, bu bir saat içinde alacağınız bilgilerle, hayatınızın
bundan sonrası sizin için ve yurdumuz için yararlı olacaktır!!”
Konferansın
konusu; “Yağmalanmış Kitap’tı.” Konuşmacı ise “Robinson Crusoe”dan söz
ediyordu.
Şöyle
diyordu konuşmacı:
“İnsanlık
her zaman koca bir çocuğa benzemiştir. İnsanlar kendi aralarındaki
anlaşmazlıkları kavga ve gürültüyle çözmeye kalkışırlar. “Tanrı inancı” ve
“hayır işlemek” gibi istek ve düşüncelerini bile şiddet yoluyla savunmak
isterler. “Hikmet ve Felsefe” konularını oyun ve eğlence haline
getirirler. Birçoğunuz Robinson’un hikâyesini okumuş veya duymuşsunuzdur.
Diyorlar
ki: “Robinson küçük çocuklara mahsustur.”
Kesinlikle
hayır!! Bu hikâye büyük bir millet olmak isteyen her millet için bir felsefe
kitabıdır. Robinson, bütün kahramanların üstünde bir kahramandır!! Romulus’ten,
Cesar’dan, Napolyon’dan daha büyüktür!! O, uygarlık alanında bir kahramandır!!
Sarsılmaz bir ifadenin en canlı
örneğidir!!..
Robinson’dan öğreniyoruz ki, fırtına gemiyi parçalıyor. Çevrede değil
bir yurt parçası, üzerinde yaşanılacak küçük bir ada bile yok. Her taraf
amansız dalgalarla denizlerle dolu… Bütün yolcular boğulmuş… Bir genç çocuk,
bir tahta parçası üzerinde yalnız başına kurtulmuş… Dalgalar onu sürükleyerek
ıssız bir adaya atıyorlar. Kendisi aç ve çıplak…
Bu çocuk
acaba ne oldu dersiniz?
Robinson,
batan gemiden kurtarabildiği şeyleri güçlükle adaya sürüklüyor. Orada önce
kendisine bir barınak yapıyor. Sonra buğday ekiyor, yaban keçilerini
evcilleştiriyor. Daha sonra da adaya gelen yerlilerden birini yakalayıp
kendisine yardımcı yapıyor. Kısacası o uzak adada yerleşik ve düzenli bir hayat
kuruyor. Hem de yalnız başına!! Robinson bir medeniyetin ve insan kudretinin
sembolü olmuştur!! Ve profesörün hikâyesi, yıllar içinde, ülkenin çehresini
değiştirecek ve reçel kralı olarak da anılacak olan Jarvinen’in fikir dünyasını
da şekillendirecektir…
“Pekalâ bizler de soralım…”
-Ey Türk
kardeşler!! Milletimizi oluşturan 85 milyon Türk, bu “Robinson” denen çocuktan
daha güçsüz, daha iradesiz, daha mı akılsızdır??? Cumhuriyetten 100 yıl sonra,
bugün, hâlâ, neden Büyük Atatürk’ün bize gösterdiği muasır medeniyet atılımını
yapamadık ??..
Değerli
öğretmenler, din adamları, hakimler, mühendisler, memurlar, avukatlar, kadim
Anadolu’nun evlatları… Aydın filizleri… Sizler de kendi milletiniz arasında
birer “Robinson” olmak istemez misiniz? Neden bizler de kendi işimizde bir
Bilge Kağan, bir Atilla, bir Farabi, bir Osman Hamdi, bir Aziz Sancar, bir Snellman
olmayalım?
Sonuç
olarak Finlandiya’da, Snellman’ın halk üzerinde meydana getirdiği değişimler
sayesinde, ülke ve milletin yavaş yavaş kalkındığı ve gelişmiş ülkeler arasına
girdiği görülür. Bir zamanların bataklıklar ve kayalıklar ülkesi olan
Finlandiya, Snellman ve çevresindeki aydınlar sayesinde artık tarım yapılan,
ekonomisi ve refah düzeyi hızla gelişen bir ülke haline dönüşür…
Peki eğitimle yükselen bir Finlandiya ve ders alması
gereken bir Türkiye örneği halihazırda önümüzdeyken, gelecekte bir gün bizim
cumhuriyetimiz de “Beyaz Zambaklar Ülkesi”ne dönüşür mü?...
Bu haftaki yazımızı “Büyük Atatürk”ün
sözüyle noktalayalım…
“Eğer bir gün benim düşüncelerim bilimle ters düşerse bilimi seçin…” diyor bilge lider…
“Değişimle kalın…”
Comments
Post a Comment