Skip to main content

Acımak?

“Acımak” Reşat Nuri Güntekin’in çarpıcı romanlarından bir tanesi… 1920’lerin Türkiye’sinde geçmektedir. Romanda Acıma duygusu, iyilik, dürüstlük, fedakârlık ve kötülük, yalancılık, tembellik ikileminde anlatılıyor.  Kitabın ana karakteri Zehra, çalışkan, disiplinli, verdiği kararlardan asla geri dönmeyen, en küçük bir gevşekliği ve zaafı affetmeyen idealist bir Anadolu öğretmenidir. Sivas’ın bir mezrasında öğretmenlik görevini yapmaktadır. Hikâye Zehra’nın çalıştığı okula bir mektup gelmesiyle başlar. Mektup, Zehra’nın İstanbul’daki babasının ölüm döşeğinde olduğunu ve kızının derhal İstanbul’a gelmesi gerektiğini bildirmektedir. Ancak ilginç bir şekilde Zehra gitmek istememektedir. Okul müdürü Tevfik Bey’in ısrarı üzerine Zehra hikâyesini anlatmaya başlar. Zehra’nın babası Mürşit Bey bir alkolik, kumarbaz, kaçakçıdır. Küçüklüğünde Zehra ve ablası Feriha’ya ızdıraplar çektirmiştir. Ablası Feriha fakirlik içerisinde veremden ölmüştür. Yine de Zehra son bir kez gidip babası Mürşit Bey’i görmeye karar verir.

Ancak İstanbul’a vardığında Mürşit Bey vefat etmiştir… Mürşit Bey’den kalan bir sandık malzemeyi Zehra’ya teslim ederler. Zehra sarhoş, kumarbaz bir adamın ne eşyası olacak ki demesine karşın yine de sandığı açar. Beklediği gibi babasının pek eşyası yoktur. Ancak sandığın dibinde hafif büyükçe, dikdörtgen, metal bir kutu durmaktadır. Zehra kutuyu açar ve kutunun içinde babasının yazdığı günlükleri görür… Zehra bu zor durumu içerisinde nasıl günlük tutmuş diye düşünerek meraklanır ve günlükleri okumaya başlar… Okudukça şaşkınlığı katbekat artar… Günlükler babası Mürşit Efendi’nin çalışma hayatının ilk gününden itibaren başlamaktadır. Zehra, Mürşit Efendi’nin günlüklerini okuduğunda babasında kendisini görür ve aslında babasının hiçte bildiği gibi birisi olmadığını öğrenir. 

Mürşit Bey’de, Zehra gibi idealist, dürüst ve çalışma arzusuyla dolu, genç bir devlet memurudur.  Ancak çalışma hayatına girdikten sonra işlerin beklediği gibi olmadığını görecek ve hayal kırıklığına uğrayacaktır. Dönemin memurları, çıkarcı, yalancı, tembel, iş bilmez ve dedikoducudur. Mürşit Bey ise çalışması, dürüstlüğü ve karakteriyle onların işlerini bozmaktadır. Yıllar geçtikçe Mürşit Bey’in içindeki iyilik yerini boşluk, duygusuzluk ve hayal kırıklığına bırakacaktır. İdeallerinin çok uzakta olduğunu gören Mürşit Bey sığınacak bir liman aramaktadır. Bu limanı da aile hayatında bulacağına inanmaktadır. Bu amaçla saflığına, dürüstlüğüne inandığı bir çalışma arkadaşının vefatı üzerine ailesinin aç bi-ilaç durumuna acır ve kızıyla evlenir. Ancak yanlış bir evlilik yaptığını zaman içerisinde acı bir biçimde öğrenecektir…

Zehra’nın annesi Meveddet Hanım doyumsuz ve açgözlü bir kadındır. Bu özelliklerini Zehra’nın büyükannesinden almıştır. Mürşit Bey tüm cefakârlığı ile ailesini iyi geçindirmeye, bir dediğini iki etmeyeye çalışırken, Meveddet Hanım ve annesi, Mürşit Bey’i daha çok harcamalara sevk etmekte ve sonu gelmeyen isteklerde bulunmaktadırlar. Tüm bu durum içerisinde Meveddet Hanım, Mürşit Bey’in İstanbul’a atanması ve İstanbul’a taşınmalarını istemektedir. Mürşit Bey binbir zorluk ile tüm bağlantılarını zorlayarak ve kendini küçük duruma düşürerek bu atamayı gerçekleştirir. Ancak İstanbul’da her şey daha kötü olacaktır. Meveddet Hanım ve annesinin sonu gelmeyen istekleri sonucu, Mürşit Bey memuriyette yolsuzluğa başlar ve bir gün yakalanır. Memuriyetten azledilir. Bu noktadan sonra ailenin sefaleti daha da artar.

Günlüğün ilerleyen kısımlarında Mürşit Bey artık ayyaş, hırsız bir adam olduğunu kızlarının onu hiç sevmediğini ve işsiz olduğundan bahseder. Meveddet Hanım ve annesi artık onun yüzüne karşı hakaretler, fesatlıklarda bulunmaya başlamışlardır. Aile içi huzur tamamen yok olmuştur. Kaynanası ve karısı onu kızlarına çok kötü bir insan olarak tanıtmışlardır. Kızları ondan nefret etmektedirler.

 Bir gün sokakta sefil bir şekilde dururken eski okul arkadaşı Cevdet, Mürşit'i görür ve sohbet ederler. Mürşit'e yardım etmek istediğini söyler. O da Zehra ismindeki kızını yatılı bir okula aldırmasını söyler. Ve artık Zehra bu insanlardan uzaklaşmıştır. Okulda okumaya başlamıştır. 

Günlük bu şekilde biter. Zehra aslında babasının ne kadar iyi bir insan olduğunu öğrendiği için babasının ölüsünün yanına gider, feryatlarla ağlamaya başlar. Zehra bir kaç gün sonra mektebine döner. Artık hiçbir eksiği kalmamıştır. Acımayı öğrenmiştir…

Roman bu açıdan temelde acıma duygusu üzerine odaklanmakta, acıma duygusunun ahlak felsefesi açısından temellerini sorgulamaktadır. “Hangi durumlarda acımak gereklidir sorusunu sormaktadır”. Bu doğrultuda gerekli durumlarda acımanın bir erdem ancak gereksiz durumlarda acımanın yanlışı kabullenmek ve ona yenilmek olduğunu göstermiştir. Önyargıların ve peşin hükümlerin yaşamımızda ne derece korkunç bir yer tuttuğunu göstermektedir. Acınan ya da nefret duyulan kişiye karşı önyargılar olabileceğini, acınan kişinin gerçekte acınacak durumda olmayabileceğini göstermiştir. Zira kahramanımız Zehra babasına karşı olan önyargılarının kurbanı olmuştur… Gerçekler bildiğini zannettiklerinin tam aksi çıkmıştır. Gerçekte acıması ve merhamet göstermesi gereken kişi babası iken onu tam tersi şekilde düşünmüş ve bu durumu hiç sorgulamamıştır.

Yine bir diğer çıkarım; acıma duygusu ile gerçekleştirilen eylemlerin kişiyi erdemden uzaklaştırdığı, doğru olduğunu bildiği için yapılan eylemlerin ise erdeme yaklaştırdığı gerçeğidir... Vicdan terazisinden uzak acıma eyleminin, kötülüklere, gevşekliklere, adaletsizliklere yol açacağı ve bir milletin kaderinde ne denli büyük bir etkisi olabileceği görülmektedir. Bu doğrultuda olayların iç yüzünü sorgulayarak, vicdan terazisinden geçirerek, gerçekten zor durumda olanlara acımayı, yardım etmeyi tavsiye etmektedir. Ancak kendilerine acınmasının kabullenilmesi suretiyle bu duyguyu onursuzluk, gurursuzluk vasıtasıyla kullananlara karşı sert ve acımasız olmayı önermektedir.

Bu açıdan art niyetlerin, gevşekliklerin, yalanların, ikiyüzlülüklerin üzerine cesaretle gitmemiz gerektiği çıkarımında bulunulabilir… Bu noktada acımaya yer yoktur… Bu tarz durumlar bir milletin, bir ülkenin kaderinde büyük yer tutmakta ve milletlerin gelişmesi ya da geri kalmasında önemli bir yer tutmaktadır. Vicdan terazisinden uzak acıma duygusu çürümekle, bir ülkeyi çürütmekle eş anlamlı olabilmektedir… Son kertede önyargılardan uzak, vicdan terazisinden geçirilmiş, gerekli durumlarda olan acıma eylemi bir erdemken, acınan kişinin acınacak durumda olmaması, yanlışa acımak, yanlışı kabullenmek, ona ortak olmak anlamına gelmektedir…

                                                                                                                                                G.U

Comments

Popular posts from this blog

OBLOMOV

Oblomov “lüzumsuz adam” tiplemesinin ölümsüz örneklerinden birisi ve belki de en bilinenidir. Orta yaşlı toprak sahibi Oblomov işinden ayrılmış, borca batmış ve tüm dünyevi işlerini yatağından görmeye başlamıştır. Her bir köşesi dökülmekte olan dairesinde kendisi kadar tembel uşağıyla birlikte kayıtsızlık içinde yaşayan bu miskin asilzade, değişime ayak direyerek işlevsizleşmiş bir sınıfın timsalidir. Gonçarov’un kaleminden çıktığı günden beri toplumun içine karışmış, “Oblomovluk” sözcüğünü günlük dile kazandırmıştır. Oblomov, 19. Yüzyıl sonunda bu açmaza giren toprak sahiplerinin güldürüsü olmakla kalmıyor, aynı zamanla mevcut sosyal düzenin acayipliklerini de ciddiyetle ama tatlı bir dille eleştiriyor. Kitap temelde iki düşünce akımının çarpışması yönünde ilerler. Bir tarafta, 19. Yüzyıl Rusya’sında varlığını serfliğe borçlu olan, miyadı dolmuş, sorumsuz aristokrasiye somut bir örnek teşkil eden İlya İlyiç Oblomov, diğer tarafta ise hayatın “düşünmek ve çalışmak” olduğuna inanan, d...

MUHTEŞEM GATSBY!

        Daha genç ve daha kırılgan olduğum yaşlarımda babamın verdiği bir öğüt, o günden beri aklımdan hiç çıkmaz.     “Birisini eleştirmeye kalkıştığında,” dedi bana, “ şu dünyada her insanın senin bulunduğun ayrıcalıklara sahip olmadığını aklından hiç çıkarma.”       “Muhteşem Gatsby” edebiyat tarihinin en etkili romanlarından biri olarak gösterilir. Yazar Scott Fitzgerald’dan insanlık tarihine sunulmuş bir “umut manifestosu…” Zira kitapta birçok yerde “yeşil ışık” metaforu ile umuda atıfta bulunulmaktadır. Hikâye 1920’lerin Amerikası’nda geçiyor. O yıllarda Amerikan ekonomisi yeni yeni büyümekte, ekonomik sınıflar tam olarak oluşmamış durumdadır. Kapitalizm kontrolsüz bir durumda, büyük şirketler hukuksuz ve yolsuz davranmaktadır. Zengin ve fakir kesim arasında büyük bir gelir uçurumu vardır. Kölelik düzeni devam etmektedir. Had safhada bir gösteriş ve eğlence kültürü hakimdir. Toplum çöküşün sinyallerini vermektedir. Bu ekonomik ...